Pages

Pages - Menu

2 Nisan 2011 Cumartesi

Dondurmalı sundae in 119. yıldönümü Dondurmalı sundae in kçaıncı yıldönünü

Dondurmalı sundae in kçaıncı yıldönünü 119. yıldönümü
Cafe Fernando ismi nereden çıktı biliyor musunuz? Nereden bileceksiniz? Şöyle ağız tadıyla hiç anlatmadım ki… Sürpriz proje diyip duruyorum ya… Onunla da çok alakası var. Nereden nereye… İnanılmaz ama gerçek.

Üniversiteyi bitirmişim. Yıl 1998. Aylardan Ağustos. San Francisco yolcusuyum. Okumaya gidiyorum. Uçağa binmeden önceki haftalar kabus gibi geçmiş. Amerika’dan gelmek bilmeyen evraklar, kargo şirketiyle günaşırı kavgalar… Uçağa binmeden önceki gün kağıtlar geliyor, mucizevi bir şekilde konsolosluktan bir günde vize çıkıyor ve ben daha ne olduğunu bile anlayamadan boyum kadar iki bavulla kendimi uçakta buluyorum. 20 saat sonra da San Francisco‘nun en sisli gününde, şehrin en depresif bölgesinde, okula en yakın diye seçtiğim motelin kapısında beklerken… Kapıda beni “30 dakika sonra geliyorum” notu karşılıyor. Bavulların üstüne tüneyip motel görevlisinin gelmesini bekliyorum. Ardından tepemde dağ gibi, elinde ufak bir domuz büyüklüğündeki kedisiyle bir kadın beliriyor.
Ağzının ucunda bitmeye yakın bir sigara. Dumanından çatılan kaşları ortada derin bir iz bırakmış. Üstü başı leke içinde. Modası Türkiye’de bile geçeli yirmi sene olmuş bir gözlük gözünde… Eli ağzındaki sigaraya gidince tırnaklarına takılıyor gözlerim. Her şeye tezat acayip güzeller. Kadını incelemeyi bırakıp derdimi anlatıyorum. Elime bir anahtar tutuşturuyor ve motelin karşısındaki markete bakan odayı gösteriyor. Kendimi yatağın üstündeki polyester yorgana bırakıveriyorum ama dinlenmek mümkün değil. Karşıdaki marketin her girip çıkan insanla birlikte öten inanılmaz itici zili beni rahat bırakmıyor. Bir de zaman dar; okulda halledicek tonlarca iş var o gün. Bir duş alıp çantamı toparlıyorum ve görevli kadının kapısını çalıyorum. Yerinden kalkıp gelmesi 10 dakikasını alıyor. Mecbur bekleyeceğim çünkü okula nasıl gidilir en ufak bir fikrim bile yok. Tarif edeceğine çekmeceden elle çizilmiş uyduruk bir haritanın fotokopisini çıkarıyor, bir moteli bir de okulu yuvarlak içine alıp elime tutuşturuyor. Okuldaki işlerimi hallettikten sonra hesap açtırmak için bir de bankaya uğruyorum. Büyük hata. Çünkü banka kadının çizdiği haritanın dışında kalıyor. Sağını solunu bile bilmeyen ben, elbette ki kayboluyorum. Sırtımda çantam, içinde aldığım kafam kadar okul kitapları düşüyorum yollara. Yürü yürü bitmiyor. Hiçbir bina tanıdık gelmiyor. Cesaretimi toplayıp sokaktan geçen birine otelin adını sormaya yelteniyorum, adam sağır ve dilsiz çıkıyor (şaka değil).
Sabrım tükenince ilk bulduğum restorana atıyorum kendimi. Büyük bir hata daha. Hayatımda yediğim en yağlı hamburger ve soğan halkalarından sonra vücudum daha da ağırlaşıyor. Yine vuruyorum kendimi yollara. Ona sor buna sor derken tam iki saat sonra uzaktan motelin neon tabelasını seçiyorum. Öyle seviniyorum ki içimden elimdekileri yere atıp kaldırımda uyuyan evsiz sarhoşa sarılıp kutlamak geliyor.
Nasıl da özlemişim o turkuaz rengi polyester yorganı… Yatağa devrilip televizyonu açıyorum. Ekranda dört tane kadın mutfak masasının etrafına toplanmış sohbet ediyorlar. En yaşlısı pek tatlı. Koca gözlerini aça aça anlattığı hikayeyi diğer üçü dikkatle dinliyor. En komiği sarışın olanı. Bir insan bu kadar saf bakabilir mi? Aralarından en genç olanı belli ki en oynakları. Yorgunluktan dediklerini seçemesem de belli işte – en işveli o. En uzunları da pek aksi. Kalın sesli. Bilmiş. Ben sizi bir yerden çıkarıcam derken… Evet, bunlar resmen Altın Kızlar. Çocukluğumun büyük bölümünü geçirdiğim yemek masamızın altında oturup nasıl da seyrederdim… İşte o inanılmaz yorgun geçen günün sonunda tanıdık dört surat görebilmek beni bir anda o kadar rahatlatıyor ki her şeyi unutup derin bir uykuya dalıyorum.
O günden sonra da Altın Kızlar hayatımın vazgeçilmez bir parçası oluyor. Aslında “vazgeçilmez bir parçası” demek hafif kalır. Basbayağı takıntı yapıyorum.
Bir de Altın Kızlar’ı ilk defa orijinal seslendirmesiyle izliyorum. TRT’de yapılan dublajda Blanche’in devlet televizyonunda yayınlamaya cesaret edilemeyecek kadar edepsiz seks maceraları belli ki makaslanmış. Bu haliyle dizinin tadı bambaşka. Amerika’da yaşadığım 5 sene boyunca, sektirmeden, Lifetime TV kanalında her gün yayınlanan altı bölümü de izliyorum. Kaçıracağım günlerde de kasetlere kaydediyorum.
Türkiye’ye taşınmaya karar verdiğim zamansa ayrılık vakti gelip çatıyor. Böylesine bir efsane televizyon dizisinin DVD’lerinin üretilmediğini duyunca ise hüsrana kapılıyorum. Bir bakıyorum Altın Kızlar hayranları bir websitesi kurmuşlar. Hepsi Altın Kızlar’ın DVD’sinin bir an önce çıkmasını talep eden bir dilekçenin altına imzasını atmış. Hemen aklıma gelen bütün isimlerle dilekçeyi imzalamaya başlıyorum. Ailem, lise arkadaşlarım, Türk ünlüleri… Daha kimler.. Taşınmama aylar kala şovu pazarlayan şirketten tık yok. Hemen kendime VHS kasetler alıp tek tek bölümleri kaydetmeye başlıyorum. Taşınırken hazırladığım bavulun içinde 180 bölümün hepsinin kayıtlı olduğu kasetler en yumuşak kazaklarıma sarılı şekilde yerlerini alıyor.
Çok uzun lafın kısası, ben tam 11 senedir hemen hemen her gün Altın Kızlar izliyorum. Kaba bir hesap yapacak olursak, şimdiye kadar her bölümünü en az 80 kere seyretmişimdir. 180 bölüm olduğunu düşünürsek demek ki 6000 saat boyunca Altın Kızlar seyretmişim. Başından hiç kalkmadan, uyumadan, yemeden ve içmeden 250 gün ediyor. Marifet olsun diye de anlatmıyorum bunu. Çok seviyorum. Tek sebebi bu. Yani karşıma Altın Kızlar DVD’lerimi koysanız, yanına da bir Carrefour dolusu Nutella… hiç düşünmeden DVD’lerimi seçerim. O kadar…
Cafe Fernando da ismini Altın Kızlar’ın bir bölümünden alıyor. Fernando, dizideki Rose karakterinin çocukluğundan beri sakladığı, en sevdiği tek gözlü oyuncak ayısı.
Bana deselerdi ki: “Cenk… Birgün gelecek, fanatiği olduğun bu şovu kendi diline çevireceksin. Onunla da kalmayacak, yeni yeni espiriler yazacaksın. Bu yazdıklarını da Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük sinema ve tiyatro sanatçıları oynayacak. Onunla da kalmayacak, ismini diziden alan blogunda bu haberi okuyucularınla paylaşacaksın.” inanır mıydım? İnanmazdım tabii. Ama valla oldu.
İki gün sonra Altın Kızlar efsane kadrosuyla ATV ekranlarında!!! Türkan Şoray hayalperest Rose’u, Fatma Girik ortalığı karıştıran hazırcevap Sophia’yı, Hülya Koçyiğit doğrucu ve sağduyulu Dorothy’yi, Nevra Serezli de çapkın Blanche’i oynuyor.
Çevireceksin, yazacaksın derken… Tek başıma değilim elbette. Feride Çiçekoğlu‘nu bilenleriniz mutlaka vardır. Bilmeyen yemek meraklılarına da tek cümlede anlatayım: Feride ile birlikte senaryo yazmak, Dorie Greenspan’le birlikte tatlı kitabı yazmak gibi bir şey.
Böyle heyecanlıyım işte. Umarım bu heyecan ekrandan size de yansır. Pazar günü 20:00′de lütfen herkes ekran başına. Onu takip eden günlerde yorumlarınızı bekliyor olacağım.
Bu güzel haberi çok tatlı bir şeyle kutlayacağım diye söz vermiştim. İşte o sözü de tutuyorum:
Rose’un Dünyaca Meşhur Vanilya Dondurmalı Palyaço Sundae tarifi. “Dünyaca meşhur” ibaresi de şovu milyonlarca insanın seyrettiği düşünülürse hiç de yalan değil. Çikolata sosu dökülmüş, külahtan şapkası, şekerden burnu, çikolatadan ağzı ve gözleri ve vanilyalı dondurmadan kafası olan bir palyaço.
Rose’un bir bölümde Dorothy’nin misafirliğe gelen arkadaşını neşelendirmek için hazırladığı pratik bir tarif. Burası Cafe Fernando olduğuna göre dondurma da çikolata sosu da ev yapımı. İlki David Lebovitz, ikincisi de Pierre Herme tarifi. Tarifin orijinalinde palyaçonun gözleri kuru üzümden, ama bunları yiyen Cenk olduğu için onlar da çikolatadan hazırlandı.
Eğer üşenmem, ben de evde yaparım diyorsanız, işte tarifleri:

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder